İstikamet: Gölyazı (dönerken ucundan İznik)
Gezi ekibi: İdil & Sedo & Selo (resmi kaynaklardaki isimleriyle İdil & Seda & Selahattin 😛 )
Şubat ayının yağmurlu bir sabahında sabah 8:45 kapıdayım. Vallahi de uyandım, günaydın Seloo 😀 Sabahın acil ihtiyacı için mini Starbucks molası & Sedo’yu evden alış sonrası 10:15 Osmangazi Köprüsü girişindeyiz.
Köprü geçiş öncesi sol taraftaki alışveriş alanına dalıyoruz kısa ihtiyaç molası için. Starbucks, Özdilek, Migros, Kitchenette… Watsons, Penti falan da var ama kapalı.
10:30’da geçiş ücreti ile adından uzuuuun uzun söz ettiren köprüdeyiz. Girişte OGS ötüyor, henüz para çıkışı yok, bu bip sayım için. Sonrasında 65.65 TL (hayır, 66 değil) ödeme yapıyoruz. Nakit / kredi kartı geçişi ayrı.
Bu arada Elizabeth ile iletişime geçmeye çalışıyorum (Elizabeth benim iPhone maps aplikasyonumdaki yol gösteren abla 😛 ). Daha bugüne kadar hiç bir yolda beni şaşırtmamış olan Elizabeth, köprüyü dahil etmemiş haritasına, o yüzden birkaç farklı harita denemesi ile yolumuzu çiziyoruz. Bunlarla meşgulken hop 9 TL ödeme daha; otoyol ücreti.
Bekle bizi Gölyazııııııı 🙂
Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı, Uluabat Gölü kıyısında bir balıkçı köyü Gölyazı. Yol Bursa yolu olup haliyle akla da karyoka düşünce, yol üzerinde Kafkas’da mola! 😀
Üniversitede en yakın arkadaş Bursa’lı olunca (bkz. Sedo 😀 ), sayesinde tanıştığım bir dünya harikası bu karyoka. Arada nasıl olduysa unutmuşum son senelerde ve yıllardan sonra ilk kez elime alıyorum, binbir türlü mMmMmmmm sesi eşliğinde eritiyorum ağzımda 😀
12:15 civarlarında pıtı pıtı yağmur eşliğinde Gölyazı okundan giriyoruz. Eski adıyla Apollonia.
Köy merkezine gelmeden, yol üzerindeki bir sapaktan bir restoran oku görüp sapıyoruz (öğle yemeği için önceden yer belirleme çalışmaları kapsamında 🙂 ). (Muhtemelen mevsimden dolayı) in cin top oynuyor olunca, birlikte takılan kedi ve köpeği biraz seyredip merkeze doğru yöneliyoruz yeniden. Yazın şeker olabilir burası…
“Ağlayan Çınar” okunu takip ederek bölgeye girişimizi yapıyoruz.
İlk durağımız Aziz Panteleimon Kilisesi.
Gölyazı’da günümüze ulaşabilen tek kilise imiş burası.
2000’li yıllarda restore edilmiş, bugün kültür evi olarak kullanılıyor.
İçini şöyle bir dolaştıktan sonra dışında birkaç hatıra fotoğrafı çektirip yolumuza devam ediyoruz.
Sokak aralarından gölü seyrederek ilerliyoruz…
Biz millet olarak mı pisiz, neden bir çok yerde bunu hissediyorum yurdumda?.. diye bir burukluk oluyor dolaşırken, en baştan bir itiraf edeyim…
Arabayı kahve, gözleme, vs alabileceğiniz standlar bulunan Gölyazı Yöresel Lezzetler Durağı‘nın karşı sırasında bırakıp yürüyerek devam ediyoruz gezmeye.
Hedef, alttaki fotoğrafta karşıda görünen kısım 🙂
Ana karaya ince bir köprü ile bağlı yarımada burası. Köy merkezi.
Köprüyü geçer geçmez, tüm heybetiyle Ağlayan Çınar dikiliyor karşımıza.
743 yaşında!.. Zaman içerisinde gittikçe yan yatan ağacın gövdesinin bir bölümünden zamanla doğal kaynak suyunun yüzeye çıktığı bir oluk oluşmuş, o oluktan akan su da ağacın altında minik bir havuz oluşturmuş. “Ağlayan Çınar” ismi buradan geliyormuş. Şu an hali hazırda bir akma durumu yok gözümüze gözüken.
Altında, Mehmet Okatan’ın şiiri var.
Turist değil miyim? Çıkıyorum üstüne, poz veriyorum 😛
Biraz dolanıyoruz sokaklarda…
Öğle yemeği için durağımız: Faik Bey Konağı.
1924’deki mübadele ile, Rum sahiplerinden ayrılarak, Selanik’in Kesriye Kasabası’ndan göç eden balıkçı Faik Bey ve terzi Naime Hanım’ın yeni evi olmuş burası öğretmen babaları İbrahim Bey ile.
2014 yılında restore edilmiş.
Teras kısmı güzel havada eminim çok keyifli oluyordur.
Terasın bir bölümünü camekanla kapatmışlar ve fakat o bölümde hiç yer olmadığından biz içeriye geçiyoruz, üst katta, hala kahvaltı etmekte olanların arasında, pencere kenarı bir masaya kuruluyoruz.
Bilgim dahilinde ilk kez göl balığı yiyorum. Tavada turna. Tatsız tuzsuz olma ihtimalini de kabullenerek ısmarlıyoruz ama gayet tadı yerinde. Kızartma olunca yemek sonunda o yağ yoğunluğu benim mideyi hafif zorlamış olsa da 🙂
Yemek sonrası sıra sandal gezisinde! Ha geldi ha gelecek diye biraz bekliyoruz restoranın önünde.
Fotoğraf çekmeyi olduğu kadar, poz vermeyi de sevdiğimden bahsetmiş miydim hiç? 😛
Hava rüzgarlı, sandallar minik, o sallantıda sırılsıklam oluruz diye Sedo yan çiziyor gibi başlarda, sonrasında bir ara Selo da geri adım atıyor gibi olurken bir de bakıyoruz, hop sandaldayız hep beraber! 😀
Kıyıdan ayrılırken öyle bir sallanıyoruz ki, en hevesli ben bile bir an tereddüt ediyorum, “alabora olma ihtimalimiz var mı amca?! 😀 ” diye atlıyorum ortaya. itiraf.com: Pis maddiyatçı ben, o sırada suya düşmeyi değil de, ıslanacak telefonları düşünüyorum, “tüh keşke ıslanmaz kılıfımız olsaydı” diyerek 😛 :)))
Neyse sonra biraz sakinleşiyor sallantı ve içimdeki ürperti, tatlı kıpırtıya dönüyor. Sandalla geziyoruz diye mutlu oluyorum, evet 🙂
Az sonra sallantı yine biraz artınca, turu kısa mı tutsak diyoruz. Amca çok kelime kullanmayı sevmiyor belli, yalnız göreve sadık ve net, “batık kente gidip döneceğiz” diyor. İlla gideceğiz o derinlere yani, peki :)))
Oraya da “check”imizi attıktan sonra 😀 kıyıya yaklaşıp ada etrafında dolanıyoruz.
Fazla yağışlardan sular yükseldiği için, ağaçların tepeleri görünüyor. Şu cep telefonu boynuma asılabilen bir şey olup her sallantıda elimden uçmaya yeltenmese, bir ton daha fazla fotoğraf çekecek olduğum kesin, görüntüler müthiş!..
Ve dönüş için yola koyuluyoruz…
Gemlik’te zeytin ve zeytin yağı molası için tercihimiz Sedo’nun yönlendirmesiyle Solive.
Çeşit çeşit zeytinler arasında dolanıyoruz.
Ve alışveriş öncesi mutlu an! 😀 Yemek sonrası yağdan bulanan midemi sakinleştirmek için, düzgün kahveli bir yer bulup kahve içelim n’olur yolda, deyip duran bendenize, mağazada kahve makinesi sürprizi :)) Toz nescafe falan da değil, mis mis kahve, oh, kendime geliyorum! 😀
Şimdi huzur içinde alabilirim zeytinyağımı 😀
Yolun devamında, jet hızında bir kararla İznik tabelası görünce direksiyonu oraya kıvırıyoruz İstanbul’a düz devam etmek yerine. Ucundan azıcık da olsa İznik’i de görmek istiyoruz hazır yakınında iken.
Önce zeytin ağaçları arasından, sonrasında solda İznik Gölü‘nü seyrederek ilerliyoruz romantik romantik. Sevdik biz bu yolu galiba! 🙂
Ve göl kıyısında kısa fotoğraf molası 😀
Selo bizi sessiz tutmaya çalışıp huzur videosu çekmeye çalışırken, biz de biraz taşlara bakınıyoruz Sedo ile Stonzie için 🙂
Ve yola devam…
Hava kararmadan İznik’teyiz, oley.
Ayasofya Camii‘ni görünce merkezde olduğumuzu anlayıp, arabayı yakın bir ara sokağa park ediyoruz.
Çok az vaktimiz var hava kararmadan, o yüzden hemen kendimizi ana caddelerinden biri olan Kılıçaslan Caddesi‘ne atıyoruz.
Tatlı aldığımız bir tatlıcıya çiniler için adres soruyoruz ve kapanmadan Nilüfer Hatun Çini Çarşısı‘na yetişiyoruz 🙂
Avlu içerisinde sıra sıra dükkanlarda hepsi el işi çiniler…
18 numarayı atlamayın! 🙂 “Hakikaten ince bir zevk, hassas bir el bunları yapan” dedirtiyor ürünlere bakarken…
Cadde üzerinde de çini satan yerler var, dönüşte de onlardan bir iki tanesine giriyoruz.
Başlangıç noktamıza döndüğümüzde, Ayasofya Camii’nin içine bir göz atmak istiyorum ama karanlık. Çekiyorum yine de bir iki fotoğraf…
İçeriyi gezemeyince dışındaki yazının önünde dikilip onu okuyorum.
İznik’in yerleşim yeri olarak kullanılmaya başlandığı zamanlarda ibadet mekanı olarak inşa edildiği tahmin edilen yapı kalıntıları üzerine IV.yüzyılda kilise yapılmış. 1331 yılında İznik’in Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethi ile, Orhan Gazi tarafından camiye çevrilmiş. Zaman içerisinde çeşitli mimari değişiklikler geçiren cami, 1920 yılında Yunanlılar tarafından yakılıp harap edilmiş. 2007 yılında yapılan tadilat çalışmaları ile, üstü çatıyla kapatılarak, yıkık vaziyetteki minaresi tamir edilmiş. Kasım 2011’de tekrar ibadete açılmış.
Dünyaca ünlü çinilerin merkezi İznik’den beklentim fazla idi galiba ki “kuru” geliyor bana. Belki vakit yok diye tam gezemedik diye falan değil. İlk hissi vardır her yerin, turist olarak gittiğinizdeki ilk his; o histe bir kuruluk var işte. Daha canlı, daha renkli bir enerjide olabilirmiş diyor içimdeki bir şey. Çinilere gönderme yapıyor belki, bilmem… 🙂
Kararmaya başlamış hava ile beraber dönüşe geçiyoruz.
(Dipnot: Dönüşte de ödenecek o melodik 65.65’den, evet.)
Sabah geliş yolunda eşlik eden Bocelli’nin yerini Tarkan alıyor İstanbul’a yaklaşırken akşam ve her şarkıya ciyak ciyak eşlik eden biz 😀
Süper düper bir enerjiyle kapanıyor gün……….. ♥ 🙂